Baş Döndürücü Uzay ve Şaşırtıcı Gerçekler

Baş Döndürücü Uzay ve Şaşırtıcı Gerçekler

30 Aralık 2010 Perşembe

İstanbul yeni yıla hazırlanıyordu...



O akşam ne nasıl oldu bilmiyorum. Anlatacaklarımı hangi kelimelerle daha anlamlı kılabilirim ondan da emin değilim. Bilmiyorum, hiçbir şeyden haberim yok. Ben. Sadece ben bir başıma boş sokaklarda avare yürümek istiyorum…

Bazı zamanlarda yalnız kalmak ve kalabalık sokaklarda yürümek insana iyi gelir. Islık çalarsın. Eskilerden bir şarkı diline dolanır. İnsanların yüzüne bakarsın, bazıları gülüyordur, bazıları meşguldür, bazıları bi haber.

O akşam onunla nasıl karşılaştım bilmiyorum. Hiç planlama yapmadan, randevu vermeden öyle alelade bir görüşme oldu. Galata köprüsünün kenarında demir korkuluklara yaslamış etrafımı izliyordum. Bir yanımda yeni cami, Topkapı sarayı, ihtişam. Diğer yanımda galata kulesi, Hazerfan Ahmet Çelebi ve özgürlük. Tabi aynı manzaraya balıkçıları, hafiften kararan puslu bir havayı, nikotin kokusunu ve denizin sesini de eklemek gerekiyor.


Sadece etrafıma bakınıyordum. Ruhumun derinliklerine bir yolculuğa çıkacaktım. Fakat olmadı, izin vermedi. Uzaktan derin derin bana bakıyordu. Bekledim. Birkaç dakika sonra gideceğini düşündüm. Gitmedi. Bekledim. Gitmedi.

Sonra yavaş yavaş yanıma yaklaştı. Bir şey soracağını düşündüm, hayır sormadı. Konuşmadı. Hafiften sakallıydı. Halinden yabancı olduğu belliydi. Çekingendi.

Ne yapacağımı bilemedim. Daha önce hiç görmediğim biriydi fakat nasıl anlatacağımı bilmediğim bir duygu kapladı bedenimi. Farklı bir yakınlık hissettim. Gülümsedim. Oda gülümsedi ve “ Merhaba,” dedi.

Merhaba,” diyerek karşılık verdim.

Birkaç dakika sonra Amerikalı bir Profesör olduğunu öğrendim. Yıllar önce Müslüman olmuş, çalıştığı alan dinlerin karşılaştırılması. İlgisini çekmişim. Ne düşündüğümü merak etmiş. Şöyle dedi,

“Sabahtan beri İstanbul sokaklarında dolanıyorum, birbirinden farklı giyinen, yürüyen insanlar gördüm. Bazıları çok düşünceli göründü gözüme, bazıları aldırmaz bir haldeydi. Fakat hepsinin ortak bir yanı vardı gözüme çarpan. Anlayamadım. Sonra seni gördüm, işte tam şuradan,” eli ile biraz önce durduğu yeri gösteriyordu, “Sen ne düşünüyordun? Öyle bir halin vardı ki uzaktan bakınca, merak ettim.”

“Ben mi?” dedim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum, “İnsan içindeki sıkıntıları yeni tanıştığı birine nasıl anlatabilir. Hem anlatsam halimden anlayacak mısın?”

“Neden anlayamayacağımı düşünüyorsun?” dedi.

“İçimden gelen bir ses bunu söylüyor, belki de,” dedim.

“İçinden gelen sese her zaman güvenir misin?”

“Her zaman,” dedim.

“Tamam o zaman güzel, en iyi kararı veriyorsun demektir. İnsan içinden gelen sesi dinlemeli, o doğru olanı bilir,” dedi ve elini cebine götürdü. Bir fotoğraf çıkardı. Kalabalık bir aile fotoğrafıydı. Yuvarlak bir masanın arkasına bir futbol takımı gibi sıraya girmiş büyük bir aile vardı.
“Bu benim ailem,” dedi, “Şuradaki benim, fotoğraf yirmi beş yıl önce çekilmiş,” dedikten sonra bir iç çekti, “ Zaman ne kadar da hızlı geçiyormuş değil mi 18. yaş günümde geleceğe dair ne çok hayalim vardı.”

Fotoğrafı elime aldım. Yaşlı bir çift vardı önde, arkalarında birbirine sarılmış gülümseyen iki genç çift ve etraflarında çocuklar. “Kalabalık bir ailen varmış” dedim, rüzgar kendini epey hissettirmeye başlamıştı.  

“Öndekiler büyük annem ve babam, şuradaki bizimkiler, şunlar da amcamlar, işte şuradaki de ben, büyük hayalleri olan ben” dedi.

“Büyük hayaller,” dedim. Etrafıma bakındım köprünün üzerinde balıkçılar ve biz vardık. Gülümsedim. Üşümeye başlamıştım. “ Bir yerlerde oturalım mı?” diye sordum.

“Olur,” dedi ve yürümeye başladık. Karaköy’de ufak bir çaycıya oturduk. Sessiz sakin bir yerdi.

“Büyük hayaller,” dedim oturur oturmaz.

Yüzüme baktı, sakallı yüzü hayatın yorgunluğunu gösteriyordu.

“Koleji yeni bitirmiştim. Üniversite için seçim yapıyordum. Bütün dünyayı gezecektim. Üniversitede yeni bir çevre edinecek, partilere katılacak ve hayatın tadını çıkaracaktım,” dedi.

Gözümün önünden bir amerikan filmi geçti gibi oldu. Biraz daha düşündüm, aslında bir amerikan filmine falan da gerek yoktu, bir çok arkadaşım aynı hayallere sahip değil miydi? Taksim’de bir Rock konseri olsun, sabaha kadar eğlenelim diye soran kaç kişi olmuştu, sayısını hatırlamıyorum.

Éeee,” dedim.

Çaycı geldi, iki çay söyledik.

“Sonra,” dedi, “ iyi bir üniversite de sosyoloji okumaya başladım ve isteklerimi yavaşça yerine gelmeye başlamış oldu. Her şey çok iyi gidiyordu. Fakat bir tek eksik vardı oda ,” dedi nefes aldı, “ Ben, evet ben eksiktim. İçimde kocaman bir boşluk oluşmuştu. Yabancılaşmıştım, nasıl söyleyeyim, yaşamak boş geliyordu.”

Çaylarımız geldi. Çaycı genç gülümseyerek misafirimin yüzüne baktı. “Ülkemize hoş geldiniz,” dedi. “ Nerelisiniz?”

“Amerika,” dedi misafirim.

“siz,” dedi çaycı, “Sakallar falan bizim dincilere benziyorsunuz,” gülümsedi.

“Ben müslümanım” dedi Amerikalı misafirim.

“Türkiye nasıl iyi değil mi?” dei çaycı, “ Müslüman bir ülkede olmak falan,”

“Güzel,” dedi Amerikalı misafirim ama halinden konuşmak istemediğini sezdim.

“Teşekkürler,” dedim çaycıya.

Çaycı yanımızdan ayrıldı.
“Anlatmaya devam etmek ister misin?” dedim, “ daha sonra ne oldu?”

“daha sonra,” dedi, “içimde kopan fırtınaları dindiremeyeceğimi fark ettim. Etrafımda yalanlar ve samimiyetsizlik üzerine kurulmuş bir dünya vardı. Büyük annem dindardı, öldü. Arkasından küçük bir tören yapıldı, sonra adını anmaz olduk. Benim sonum da aynı olmayacak mıydı sanki diye düşünüyordum. Düşünüyordum. Düşünüyordum. Sadece.” Çayından bir yudum aldı. Birkaç saniye bekledi,” sonra sözü uzatmak istemiyorum, bir kitapçıda kuran gördüm ve aldım okudum, içimdeki fırtınaları dindirecek ilacı bulduğumu anladım ve o gün o saatte hayatım tam anlamıyla değişti. Şimdi de işte senin karşındayım.”

Film sona ermişti. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Konuşmadım.

“İşte senin biraz önce köprü üstündeki halini kendime benzettim, öyle derinden izliyordun ki uzakları, öylece kalakaldım.”

“Fakat,” diyebildim sadece, “ ben öyle derinden düşünmüyordum ki,”

iyi ki fark etmişsin beni, iyi ki yanıma sokulmuşsun. Saatler nasıl ilerledi fark edemedim. Birlikte kalktık ve buluşma noktamıza doğru yürümeye başladık. Sonra Eminönü’ne devam ettik. Ben otobüse binecektim, O tramvaya. Alt geçidin önünde ayrılma anı gelmişti.

“Biliyor musun?” dedi, “ Hani o çaycı bana Türkiye hakkındaki görüşlerimi sormuştu ya, işte orada gerçekleri söyleyemedim,”

“Neden, “dedim.

“Çünkü,” dedi ve başladı, “Size inanamıyorum, Müslümansınız fakat hayatınızda Müslümanlığınızdan eser yok. Onlar gibi giyiniyorsunuz, onlar gibi yaşıyorsunuz, onlar gibi mutlu oluyorsunuz. Anlamıyorum. Yılbaşı yaklaştı, hepinizi bir telaş sardı. Ne olur, neden mutlusunuz, anlamıyorum. Oysa ben amerika’da onların arasında yaşarken Müslüman bir ülkede yaşayabilmenin çok farklı olabileceğini düşünmüştüm. Korkarım ki Türkiye’yi gördükten sonra fikirlerim değişecek.”

Hiçbir cevap veremedim.

Vedalaştık, selamlaştık ve ayrıldık. Ben otobüs kuyruğundaki yerimi aldım. Hava soğuktu, epey gecikmiştim.

Teşekkürler James Frankel…





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder