Baş Döndürücü Uzay ve Şaşırtıcı Gerçekler

Baş Döndürücü Uzay ve Şaşırtıcı Gerçekler

19 Ekim 2010 Salı

Kirpi...

Çocuk ilk adımını attı
Anne elindeki bardağı düşürdü
Babanın gözleri doldu
Çocuk yürüdü.

Çocuk yarım yamalak ‘anne,’ dedi
Anne tebessüm etti
Baba kıskandı
Çocuk konuştu.
Bu şarkı hiçbir yere şimdi ki kadar yakışamazdı. “Ne bir söz ne de haber gelmiyor artık senden.” 


Üst ranzadan küçük demirli pencerenin kirli, yosun bağlamış camlarından gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Her gün farklı bir şarkı dilimde dolanır durur ama bugün ve bu günün benzeri görüş günlerinde hep aynı şarkıyı söylerim; “Ne bir söz ne de haber gelmiyor artık senden.”

Dört duvar arasındayım. Sabah erken saatlerde ve akşam hava kararmadan volta atmamıza izin veriliyor. Başka yapabildiğim bir şey yok. Diğer mahkûmlar görüş günlerinin gelmesi için can atıyor olabilir, belki dışarıdan öyle görünüyordur. Lakin durum sanıldığı gibi değil, bir çok mahkûm görüş günü diye adlandırılan o kahredici günün hiç gelmemesi için dua ediyor ve o gün istenmeden gelip çattığında yataklarından hiç çıkmadan sıradan bir günmüş gibi davranmaya çalışıyor. Nafile, olmuyor. O gün kendini belli ediyor ve kimi üzülürken kimi seviniyor. Dört duvar arasına ikilik giriyor. Gardiyanın ayak sesleri taş zemin üzerinden yankılanarak gelir, elindeki anahtarları parmaklıklara dokundurur ve yüksek sesle;

“Ali İnce, Mahmut Keçeci, Deniz Karagöl… Ziyaretçileriniz bekliyor,”

İsmi söylenenler yataklarından kalkar ve arkalarına bakmadan gardiyanın yanına giderler.

İşte böyle, sıradan bir görüş günü ruh hali, ziyaretçisi olmayan mahkûmlar yataklarında, diğerleri görüşme odasında. Akşam olup güneşin batması ve uykuya dalmakla her şey son bulur.

Buraya geldiğim günden bu yana pek bir kimse ile dostluk kuramadım. Neredeyse kimse ile konuşamadım. Bir köşede tek başıma uykusuz geçirdiğim geceler ve ardından gelen ashabı bozuk gündüzleri bir araya toplayarak günlerimi doldurmaya çalışıyorum. 24 yaşındayım. Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik öğrencisiydim. Okulu bitirmeme bir yıldan az kalmıştı. Fakat olmadı. Buraya düştüm. O günü her gün bir daha yaşıyorum…

Annem ile babam üniversite yıllarında birbirini tanımışlar ve ardından iki aileyi birbirine katarak evlenmişler. Annemin babası yani benim dedem evlenmelerine karşıymış. Bu hikayeyi lise yıllarımda iken babam anlatmıştı. Evet, dedem bizimkilerin evlenmelerine karşıymış çünkü babam üniversiteyi yeni bitirmiş, hiçbir iş tecrübesi olmayan daha bıyıkları terlememiş bir delikanlıymış. Ne düğün yapabilecek parası ne de ev geçindirebilecek düzenli bir geliri varmış. Hatta annem okulunu o dönemde daha bitirmemişmiş. Diğer dedem yani babamın babası çok çabalamış, “gençler birbirini sevmişler, önlerinde set oluşturmayalım,” demiş. Günlerce annemin babasının evine gidip durmuş ama nafile, olmamış. Dedem bir türlü razı olmuyormuş. Sonunda ne mi olmuş, aşıklar babamın babasının yardımlarıyla kaçarak evlenmişler ve daha annemin okulu bitmeden ben dünyaya gelmişim. Bu hikâyenin en güzel tarafı sanırım benim doğmuş olmam. Babamın söylediğine göre annem ile birlikte beni kucaklarına alıp dedemlere gittiklerinde her şey değişmiş. Dedem kızının kucağında beni görünce dayanamamış ve bütün kırgınlıkları unutup evlatlarını kabul etmiş. O günden sonra da beni hiç yanında ayırmamış desem yeridir. Ben bu şekilde olayların yaşandığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Çünkü neredeyse haftanın yarısını dedemlerin evinde geçiriyorduk. Çünkü biz dedemlerin binasında, onların alt katlarında oturuyorduk.

Dedem en yakın arkadaşımdı. Başka kardeşim olmadığı ve aneminde başka kardeşi bulunmadı için onun biricik torunuydum. Ne dilersem dileyeyim, dedem onu yerine getirirdi. Odamda çevremizde başka kimsede olmayan oyuncaklar vardı. Kimseye göstermezdim. Okul öncesi dönemime dair hatırladığım her şeyde o oyuncaklar, dedem, annem ve babamın birbirine olan tatlı konuşmaları vardı.

İlk okul günümü çok iyi hatırlıyorum, dedem elimden tutup götürmüştü, masmavi önlüğüm ve kolalı yakalığım ile çok şıktım. Okul bahçesinde bekleşen velilerin arasından geçip uzun saçlı bir bayanın sıraya sokmaya çalıştığı çocuklar arasına katıldım.

Dedem, “ Derslerine iyi çalış ve öğretmenini üzme,” demişti o gün kulağıma eğilip ve cebime ilk harçlığımı bırakmıştı. Birinci sınıfta öğretmenimin emeği ile derslerimi çok sevdim ve hep yıldızlı aferinler aldım. Defterimdeki her sayfada bir yıldız olması beni mutlu ediyordu. Her okul çıkışında koşarak eve gelir ve önce üst kata çıkarak dedeme imzalı defterimi gösterirdim. Dedem iki yanağımda öper ve başımı okşardı.

İkinci sınıfın ilk günü büyük bir hüsran yaşadım. Öğretmenim değişmişti. Pos bıyıklı koca göbekli bir adam sınıfa girip, “merhaba çocuklar ben sizin yeni öğretmeninizim,” deyivermişti. Birinci sınıf öğretmenim hayatıma girip çıkan ilk kişi olmuştu. Küçücük dünyamda yer edinmiş ve şimdi uzaklara gitmişti. Daha sonra hiçbir öğretmeni onun yerine koyamadım ve hiçbir öğretmen bana onun verdiği sevgiyi vermedi. İlkokul günlerime dair onlarca farklı anı mevcut kalbimin derinliklerinde ama beni en çok inciten sanırım bu olaydı. Birinci sınıf öğretmenimin gidişi ardından yaşadığım şaşkınlığı atmam epey uzun sürdü.

Beşinci sınıfın yaz tatilindeydim. Ailecek günübirlik bir deniz tatili yapmıştık. Dedem şemsiyenin altında akşama kadar uzanıp güneşlenmiş, annem ve anneannem bize güzel yemekler pişirmiş, bende babamla birlikte denize girmiştim. O yaz yüzmeyi öğrenme çalışmalarımın başarılı olmaya başladığı yazdı. Babamın gözetimi altında suyun içine dalıp çıkabiliyor, deniz dibindeki renkli taşları toplayabiliyordum. Hatta o yaz babamla birlikte şu şekilde bir oyun geliştirmiştik; babam ben arkamı döndüğüm zaman suya içi kum dolu bir gazoz şişesi atıyordu ve ben en kısa sürede bulmaya çalışıyordum. Çok eğlenmiştim.

Çocukluk yıllarımı düşündükçe neleri kaybettiğimi çok iyi anlıyorum. O günler asla geri gelmeyecek ve ben o günlere asla olması gerektiği kadar değer vermedim. Şimdi elimde bir fırsat olsa o günleri tekrardan yaşasam emin olun çok daha fazla mutlu olmaya çalışır ve çocukluğumun tadını doya doya yaşardım.

Ortaokul yıllarım benim için zorlu geçti. Ergenlik yıllarımın ve çevremde dolaşan kızlara bir arkadaş gözüyle değil de sevgili gibi bakmanın etkilerinin yanında, dedemi de kaybettim. Yedinci sınıfa gidiyordum. İlk ders matematikten sınavımız vardı. Annem evden benimle birlikte çıkıp beni okula bıraktıktan sonra hastanede yatan dedemin yanına gidecekti. Çok yalvarmıştım beni de yanında götürmesi için ama götürmemişti. Beni hastaneye almıyorlardı. Dedem yaklaşık iki haftadır hastanede yatıyordu ve ben ilk defa onu bu kadar uzun süre görememiştim. Üçüncü derste sınıfın kapısı çalındı ve müdür yardımcımız sınıfa girerek benim adımı söyledi, beni dışarı çağırdı. Sınıfın kapısını kapatırken koridorda annem ve babamı gördüm. Annemin gözleri yaşlıydı. O an kalbimde büyük bir sızı hissettim. Kimsenin konuşmasına gerek yoktu. Kelimeler olmadan da her şey anlaşılabiliyordu. Annemin gözlerine baktım. Sonra babama. Ve. Dudaklarımın titrediğini hissettim. İçimden bağırmak çığlıklar atmak geliyordu ama yapamadım ve koşarak annemin kollarına sarıldım.

Dedem ölmüştü. En iyi arkadaşım beni terk etmişti. Hayatın yaşamaya değer ne anlamı olabilirdi ki artık. Neden yaşamalı ki insan, neden büyümek zorunda? Günler geçip yaşı büyüdükçe çevresindekileri kaybediyor. İyiler, özellikle iyiler erken veda ediyordu. O günlerde düşünmüştüm; çevrem ne kadar geniş olursa kaybedeceğim insan sayısı da o kadar fazla olacaktı. O gün dedemi kaybetmiştim, düşündüm ardından acaba kimlere üzülebilirim diye ve elime uzunca bir liste çıktı. En başta da annem ve babam vardı.

Lise yıllarımda annem ile babamın birbiri ile olan tartışmalarına tanık oldum. Üniversite sınavına hazırlandığım dönemlerde bu kavgaların sayısı ve şiddeti arttı. Artık çevremde onlardan başka büyüğümde kalmamıştı. Dedelerimin ve büyük annemlerin ölümler sıra ile gelip geçmişti. Anneme birkaç tane ev kalmıştı dedemden, babam çalışmayı bırakmıştı. Ben okul dershane ev üçgeninde mekik dokuyordum. Üniversite sınavına girdiğim gün çok tuhaf hissetmiştim kendimi; üzerimde onlarca kişinin taşıyamayacağı ağırlıkta bir yük vardı ve ben o yükü o gün o üç saatte bırakıvermiştim.

Kazandığım bölümün ne olduğunun önemi yoktu. Sadece gideceğim kentin İstanbul olması yeterliydi ve öyle oldu, kazandım. 

Üniversite yıllarımda yaşadığım olaylar hayatımda pek etki bırakmamakla beraber düşünce dünyamda yeni ufuklar açtı. Çocukluğumdan beri içimde taşıyıp kimseye açamadığım fikirlerim burada biraz daha gün yüzüne çıkar gibi oldu. Ve. Ben. Geliştim.

Çocukluğumdan bu yana herhangi bir şeyin eksikliğini hissetmemiştim. Annem ve babam beni çok sevmişlerdi. Dedem beni çok sevmişti. Bende onları çok sevmiştim. Sonraları dedemin ölümü ile birlikte sevdiklerimin hayatımdan yavaş yavaş ayrılacağını fark etmiştim. Düşündüm yıllarca; hayatımda ne kadar fazla sevdiğim, değer verdiğim insan olursa o kadar çok üzüleceğim. Eğer çevremdeki insan sayısını hiç olmazsa arttırmazsam üzüleceğim gün ve kişi sayısı belirli oranda kalacaktır. Zaten bir çoğunu kaybettim elimde kimler kaldı ki!

Yirmi üç yaşımdan yeni gün almıştım. Elimde kapağı yırtılmış sayfaları sararmış bir kitap vardı. Yazarının adını benden başka kimse bilmiyordu belki de, bir gün Beyazıt’ta eski kitapları satan bir sahafta buldum. Kitabın ön kısmına şu şekilde bir not düşülmüştü.

“ Hiçbir şeye olmayan bir kimsenin kaybedecek bir şeyi de yoktur…”

Kitabın neredeyse her sayfasında benim aklıma yatkın fikirler yer almaktaydı. Bu kitabın benim ellerime geçmiş olması öyle sıradan bir olay değildi. Yıllardır üzerine düşündüğüm fikirleri bu kitapta bulabilmiştim.

“Eğer bir acı yaşanacaksa
Şimdi yaşanmalı.
Yarın değil,
Sonra değil.
Şimdi…

Geleceğe saklanmamalı hüzünler
Ve
Sonu bilinen bir film izlenmemeli
Her şey anında olmalı
Yavaşça
Bir gece
Sinsice”




Geleceğe acılar saklanmamalı diyordu. Yaşanacak olanlar ertelenmemeli, hayal kurulmamalı. İçimde fırtınalar koptu. Saklı kalmış düşüncelerim devşirildi. Bir gece vaktiydi. Bomboş sokaklarda tek başıma yürüdüm. Unkapanı’ndan sahile indim ve haliç kıyısında saatlerce oturdum. Ağladım. Düşündüklerim gelecekte karşıma çıkacak olan acıları şimdi yaşattı ve bir karar verdim. Bu acıları şimdiden bu şekilde yaşıyorsam geleceğe bir şey bırakmamalıyım.

Gece ilk otobüse atlayıp memleketimin yolunu tuttum. Hayatta kalan ve yokluklarına üzüleceğim tek insanlar olan ailemi görecektim.

“ Eğer sevdiklerini kaybetmekten korkuyorsan, kimseyi sevme. Kaybedecek sevdiklerin olmasın.”

Evimizin önüne geldiğimde gözlerim kıpkırmızıydı. Elim zile doğru uzandığında titrediğimi hissettim. Hafif bir ses duyuldu sonra adım sesleri kapıya yaklaştı ve ince bir gıcırtı ile kapı açıldı. Karşısında beni gören annem elini ağzına götürdü. “Oğlum,” dedi. Ben konuşmadım.

Biraz önce zile bastığım elimi ona doğru uzattım ve anneme sarıldım. İkimizde ağlıyorduk. İçeri girdim babam daha uyuyordu. Sesleri duyunca uyanmış olacak ki yatak odasından geceliği ile çıkarak salona geldi. Karşısında beni görünce çok şaşırdı.

“ Hayırdır oğlum?” oldu ilk sorusu.
“Hiç,” diyebildim sadece ve her şey normale döndü.

***

Akşam olmak üzereydi. Beyaz iki katlı evin üzerinden güneş yavaşça kayıyordu. Ağaçların yaprakları hafif hafif sallanıyordu. Havada bir matem havası vardı. Gün çok sessizdi. Kırmızı mavi değişen ışıklarla iki polis arabası ve ardından bir ambulans ani bir fren sesi ile durdu. Sessizlik bozuldu. Polisler aceleyle arabadan indiler. Beyaz betonarme evin kapısına dayandılar.

Karşı pencereden şaşkın gözlerle bakan komşu kadın hiçbir şey anlayamadı. Evin kapısından üzeri beyaz bir örtü ile örtülü bir sedye çıkarıldı, ardından ikinci bir sedye daha. Komşu kadın ellerini ağzına götürdü. Şaşkınlığını sakladı. Mahalledeki hava bir anda değişivermişti. Kapı önüne komşular çoktan toplanmıştı.

Herkes birbirine “Ne oldu, ne oldu?” diye sorar gibiydi ve kimse cevap veremiyordu. Sedyeler ambulansa yerleştirildi. Elleri kelepçeli genç iki polis ile birlikte evden çıkarıldı ve polis arabasına bindirildi. Önce ambulans hareket etti. Ardından evin etrafındaki polisler arabalarına binmeye başladılar. Bu sırada komşulardan bir tanesi sordu;

“ Hayırdır memur bey?”

“ Evin oğlu cinnet geçirmiş. Hem anasını hem babasını öldürmüş, sonra da gelin beni tutuklayın diye polisi aramış. Ne günleri gösterdin bize ya Rabbim. Sen çocuklarımıza mukayyet ol.”







   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder